19 Eylül 2007 Çarşamba

*MUSALLAT: Yeni Türk Korku Filminin Fragmanı Yayınlandı

Yeni Türk Korku Filmi MUSALLAT'ın resmi web sitesi açıldı. Siteden filmle ilgili her türlü bilgiyi öğrenebilirsiniz. Filmin Cem Gül tarafından hazırlanan (yanda gördüğünüz) yeni afiş tasarımı da çok iyi. Siteden MUSALLAT'ın fragmanını da izlemenizi öneririm. Fragman bence harika olmuş...

MUSALLAT WEB SITE
www.musallat.com


Musallat ile ilgili sayfamız için de linki tıklayınız;
http://fantastiksinema.blogspot.com/2007/08/musallat-yeni-trk-korku-filmi.html

14 Eylül 2007 Cuma

*ÇORAK TOPRAKLARIN MELANKOLİK SAVAŞÇISI; ÇILGIN MAX

Hayatım sona ermek üzere. Yavaşça her şey kayboluyor. Geriye yalnızca anılar kaldı. Bir kargaşa zamanı yok olan hayalleri, harabolan bu araziyi hatırlıyorum. Ama en iyi hatırladığım; ‘Yol Savaşçısı’, Max dediğimiz o adam. Onun kim olduğunu anlamak için geçmişe, bambaşka bir zamana, dünyanın petrolle yönetildiği, çöllerden çelik ve petrol şehirlerinin filizlendiği zamana dönmek gerek. Her şey bitti şimdi. İki güçlü düşman kabile sebepleri çoktan unutulmuş bir savaşa girdiler. Ve o ateşten girdap hepsini yuttu... Benzinleri olmadığında hepsi bir hiçti, samandan evler yapacak kadar... Gürleyen makinalar kustu kusacağını ve sustu... Başlarındakiler konuştu, konuştu... Fakat, git gide büyüyen çığı hiçbir şey durduramadı. Dünyaları çöktü, şehirleri yıkıldı. Bir yağma kasırgası, bir korku fırtınası sardı her yanı. İnsan insanla beslenir oldu. Sokaklar kabusta gibiydi. Yalnızca çöplüğe varacak kadar kımıldayabilenlerle, yağmalayabilecek kadar vahşilerin yaşama şansı vardı. Caddeleri ele geçiren çeteler, bir depo benzin için her şeyi yapmaya hazırdılar. Ve sıradan insan bu çürümüşlük girdabında ezildi, parçalandı... Max gibi adamlar... Savaşçı Max... Bir motor gürültüsünde her şeyini kaybetti... Ve bir insan taslağı haline geldi. Yıkılmış, mahvolmuş, geçmişindeki şeytanlarca lanetlenmiş bir insan... Yokluğa bir gezinti yapmış bu adam, işte burada, felakete uğramış bu yerde tekrar yaşamayı öğrendi...” (Çılgın Max 2: Yol Savaşçısı'nın giriş bölümünden.)

Kızgın güneşin altındaki otoyolda, turbo motorlu ‘Interceptor’unu deli gibi süren adamın, peşindeki serserileri atlatması pek zor olmamıştı. Araba kullanmadaki ustalığını bir kez daha göstermiş ve rakiplerinin hemen hemen hepsini saf dışı bırakmıştı. Max’ın, tuhaf kıyafetli, Mohawk traşlı motorsikletliler çetesiyle, Humungus adlı, hokey maskeli kas yığınının adamlarıyla ilk karşılaşmasıydı bu ve son olmayacaktı da...

İşte böyle dinamik, enerji dolu bir açılış sahnesiyle başlıyordu 1982, Avustralya yapımı Çılgın Max 2: Yol Savaşçısı (Mad Max 2: The Road Warrior). Gösterildiği yıl Fransa’da yapılan ‘Avoriaz Fantastik Filmler Festivali’nde birincilik ödülünü alan bu film, kısa sürede ‘Kült’ mertebesine erişiverdi. Kıyamet sonrası dekorları, ilginç tiplemeleri, deri fetiş giysileri, canavar gibi kükreyen, iki, dört ya da daha fazla tekerlekli araçlarıyla, kesinlikle yeni bir sinemasal türün, bir furyanın başlamasına ön ayak oldu. Hemen ardından benzerleri yapıldı, defalarca taklit edildi... Neredeyse dünyanın her yerinde ‘B’ tipi film yapanlar için kullanışlı bir model oluşturdu. Hatta Çılgın Seks (Mad Sex), Dölleyenler (Breeders) gibi isimlerle porno versiyonları bile yapıldı. İnanamayacaksınız ama benzer bir film -porno olmasa da- Türkiye’de, ‘peribacaları’nın olduğu yerde, Ürgüp-Göreme’de çekildi; Cehennem Ülkesi (Land Of Doom / Peter Maris-1986).

Gerçek mesleği cerrahlık olan Avustralya’lı yönetmen George Miller, Çılgın Max (Mad Max) efsanesini, 1979’da kısıtlı imkanlar ve pek tanınmamış bir oyuncu kadrosuyla çekerek başlatıyordu. O zamana kadar bir kaç küçük filmde oynamış olan Mel Gibson, sadece yerel bir üne sahipti, belki de değildi bile. Çılgın Max onun için uluslararası bir piyasanın kapılarını açacak, George Miller’in ise kendi çapında kült bir yönetmen olmasını sağlayacaktı. Belki de filmdeki en pahalı şeyler, bir kaç ikinci el araba ve bir düzine -bazıları parçalanabilecek şekilde satın alınmış- kiralık motorsiklet...

Kıyamet sonrası atmosferi için çok uygun olan, Avustralya’nın kıraç bölgelerinde çekilen Çılgın Max; yakın bir gelecekte, dünyanın kaosa sürüklenmeye başladığı bir dönemi anlatır. Bu kargaşa ortamında suç oranı oldukça artmıştır. Barışın kanamaya, dünyanın kaynamaya başladığı, çetelerin dehşet saçtığı bu zamanda, otoyol polislerine çok iş düşmektedir. Max Rockatansky (Mel Gibson) bölgenin en gözüpek, en yetenekli(!) polisidir. Her gün bir yığın suçluyla çatışmakta ve onları adalete teslim etmek için uğraşmaktadır. Ama bu çatışmaların çoğu süratli makinelerin içinde, otoyollarda yapıldığından, Max’in rakipleri çoğu zaman bir bütün olarak değil de, bir et yığını, bazen de kıyma kıvamında adaletin şefkatli kollarına teslim edilmektedirler... Onun, işindeki bu başarısı, Adalet Sistemi için vazgeçilmez bir gurur kaynağıdır. Max bu çağda, bir kanun uygulayıcı, bir kahramandır... Ama gerçek kimliğini, insan olduğunu unutmaya başlamak üzere olan bir kahraman... Yavaş yavaş kullandığı, beş vitesli, sekiz silindirli ölüm makinelerine benzemektedir... Aslında evlidir ve bir çocuk babasıdır. O da kendindeki değişimi farketmiş, rahatsız olmaya başlamıştır. Öldürdüklerinden söz ederek, şefine; “Eğer devam edersem onlardan ne farkım kalacak?.. Sadece bronz rozetimin olması mı?” İşi bırakmayı düşünmektedir. Şefi Fifi (Roger Ward) ise; “Max!.. İnsanların artık kahramanlara inanmadıklarını söylüyorlar. Canları cehenneme! Sen ve ben Max... Onlara kahramanlarını geri vereceğiz...Gidemezsin!..” diye ikna etmeye çalışır. Ama Max gider. Şef arkasından; “Geri döneceksin Rockatansky... Bu iş senin kanında var Max... Bunu biliyorsun...” diye bağırır. Max çoktan gitmiştir... Filmin giriş bölümünde izlediğimiz soluk kesici otomobil düellosu sonucunda, Max’in, ölümüne neden olduğu, Night Rider -Gece Sürücüsü- adlı bir psikopatın, motorsikletli arkadaşları, Toecutter -Tırnak Sökücü- (Hugh Keays-Byrne), Bubba Zanetti (Geoff Parry), Mazoşist Oğlan Johnny (Tim Burns) ve diğerleri, arkadaşlarının cesedini -ve de aynı zamanda intikamını- almak üzere kasabaya gelirler. Max’ın en yakın polis arkadaşı Jim Goose’u (Steve Bisley) feci şekilde yaralarlar. Daha sonra çete kasabada dehşet saçmaya başlar. Kasaba sakinlerini tartaklarlar, onlara işkenceler yaparlar. Bazılarına ise tecavüz ederler... Amaçları Max’i bulmaktır. Ama Max, karısı Jessie (Joanne Samuel) ve çocuğunu alıp, tatile çıkmıştır. Çete, Max ve ailesinin tatil yaptığı çiftliği bulur. Evdeki erkeklerin çiftlikten biraz uzaklaştıkları bir sırada, motorlular evi basarlar. Evde, Max’ın karısı Jessie, çocuğu ve evin yaşlı hanımı May (Sheila Florence) vardır. Bir şekilde çete elemanlarını atlatıp otomobille kaçarlar. Ama otomobil yol ortasında bozulur. Jessie, bebeği kucağında yaya olarak kaçmaya çalışırken, çete elemanları motorlarını üzerlerine sürüp ikisini de ezerler... Bebek ölmüş, kadın ise komada, ölmek üzeredir. Arkadaşı Jim Goose’dan sonra, karısına ve çocuğuna olanlar, Max’i çıldırtır... Max, silahlarını sandıktan çıkarıp, Adalet Merkezine gider. Garajdan turbo motorlu ‘Interceptor’u alıp, intikam ve adalet için otoyola çıkar. Çete elemanlarını, kararlı ve amansız bir mücadeleden sonra tek tek ortadan kaldımaya başlar. Bubba kurduğu tuzak sayesinde Max’i sol bacağından yaralar, ama Max onu vurmayı başarır. Finalde, Toecutter, motorsikletiyle birlikte bir tır kamyonunun altına girer, gözleri dışarı fırlar ve et yığınına dönüşür. Oğlan Johnny ise tam kurtulduğunu zannederken, Max’i yanında bulunca, ne yapacağını şaşırır. Max onu, yol kenarındaki bir araba enkazının yanında, şoförün cesedini soyarken yakalamıştır. Johnny yalvarır ama Max dinlemez. Onu ayağından, deposundan benzin sızmakta olan araba enkazına kelepçeler. Johnny ağlamaya başlar. Max ona bir demir testeresi uzatır ve; “O kelepçedeki zincir sertleştirilmiş çelikten. Onu bununla kesmen on dakikanı alır. Şimdi eğer şanslıysan bileğini beş dakikada kesebilirsin...” der ve gider. Max arabasına binip yola koyulur. Çok gitmeden enkazın olduğu yerden alevler yükselir. Johnny’nin enkazla birlikte havaya uçtuğunu anlarız. Yorgun Max, arabasını bilinmeyen bir yöne doğru sürer... O artık bu lanetli topraklarda, her şeyini yitirmiş, yalnız bir adamdır...

Üç yıl sonra,1982’de, önceki satırlarda sözettiğimiz gibi, Çılgın Max 2: Yol Savaşçısı (Mad Max 2: The Road Warrior) gelir perdelere. Türkiye de Savaşçı adıyla vizyona girer. Ama daha sonra Warner Home Video tarafından, kaset olarak piyasaya sürüldüğünde adı Yolların Savaşçısı olacaktır. İlk filmin Avustralyada iyi iş yapması, daha önceleri Roger Corman’ın da çalıştığı, ünlü ‘B’ tipi fantastik filmler yapan A.I.P. (American Intenational Pictures)’ın ilgisini çeker ve Çılgın Max’ın, Amerikan İngilizcesiyle dublajlanmış hali yeni kıtada gösterime girer. Film kısa sürede dağıtımcı firmaya iyi bir kazanç getirince, bunu gören Warner Bros şirketi, George Miller’i yeni bir ‘Çılgın Max’ filmi yapmak için ikna eder. Miller, filmi daha geniş imkanlarla çekeceği için kabul etmiştir. Max’i artık bu rolde kendini biraz daha tanıtmış olan Mel Gibson oynayacaktır. Miller bu kez yan tiplere ve karakterlere daha fazla özen göstermiştir. Bunların en ilginçlerinden biri olan helikopter pilotu Kaptan Gyro (Bruce Spence), bir diğeri de; küçük ama hünerli Vahşi Çocuk’tur (Emil Minty). Yağmacı çetenin lideri, Hokey Maskeli, -acaba 13. Cuma (Friday the 13th) filmlerine bir gönderme mi?- kas yığını Humungus (Kjell Nilsson), onun savaş köpeği, Mohawk traşlı Wez (Vernon Wells) gibi bir sürü egzantrik karakterle doludur film... İlk filmde Nükleer bir savaşın eşiğinde olan dünya, sonunda -bugün Orta Doğu’da içinde bulunulan duruma benzer bir nedenden dolayı- savaşı yaşamış ve enkaz haline gelmiştir. Max, bu kez yalnız bir savaşçı olarak, -aslında yanında sevimli bir köpek vardır- petrol uğruna her türlü rezilliği yapacak olan Humungus’un yeniden modifiye edilmiş otomobilleri ve motorsikletleri kullanan ordusuyla, kıyasıya bir savaşa girer. Bu savaş sırasında köpeği öldürülür. Max bir kez daha kötülerce yalnız bırakılmıştır. Ama o savaşı bırakmaz ve Kaptan Gyro’nun da yardımıyla sonuca ulaşır. Kötüler yok olur, iyiler petrollerini alıp, sağlıklı bir yaşam kurmak için, yeni yerler aramaya koyulurlar. Max bu kıyamet sonrası topraklarda kendini yalnızlığa vurup, gözden kaybolur... Eski ‘Spaghetti Western’lerin tadında olan bu film, inanılmaz derecede estetik aksiyon sahneleriyle, izleyiciye gerilimli anlar yaşatmayı becerir. Ayrıca defalarca izlenebilecek bir görselliğe sahiptir...

Bakın, Atilla Dorsay bu film için ne diyor ‘Beyaz Perdede Kırmızı Filmler’ kitabında; “Eğer sinemayı, diğer anlatım araçlarıyla anlatılamayacak (veya böylesine anlatılamayacak) şeyleri anlatmaya yarayan, diğer sanat dallarından temelde ‘farklı’ tümüyle ‘özgün’ bir sanat / bir anlatım biçimi sayıyorsanız, işte ‘Savaşçı’, yüzde yüz görselliğe yaslanan ve sinemasal anlatımın tüm özelliklerini (sinema hileleri, çekim oyunları, geniş perde, renk, hızlı kurgu, koşut kurgu, ‘sürpriz kurgu’ gibi kurguya dayalı çeşitli etkiler, müzik, vs.) en usta biçimde kullanan, yapısıyla tam bir sinema yapıtı.”

Çılgın Max 2: Yol Savaşçısı’nın en düşündürücü yanı ise, iyi karakterlerin hemen hemen hepsinin -köpek hariç- ‘Beyaz-Anglo-Sakson-Protestan’ görünümlü olmaları. Buna karşılık, kendini Rock’n Roll’un Peygamberi ilan eden Humungus’un adamlarının, toplum dışı insanlardan, daha farklı etnik gruplardan kurulmuş olması...

Hayranların yeni bir ‘Çılgın Max’ filmi izlemeleri için, üç yıl daha beklemeleri gerekir. 1985’te, Çılgın Max: Kıyamet Arenası (Mad Max: Beyond Thunderdome), iki yönetmenin idaresi altında çevrilir; George Miller ve George Ogilvy. Filmde bu kez Mel Gibson’un karşısına, kötü karakter olarak bir ‘zenci’ kadın çıkar; çılgın rock şarkıcısı Tina Turner... Gibson ve Turner film boyunca büyük bir savaşa girerler. Ama Turner -oyunculuk sergileme konusunda- bu savaştan galip çıkar. Sadece oyunculuk yapmayıp, filmin müziklerine de bir şarkıyla katkıda bulunmuştur; “We don’t Need Another Hero”. Bu kez, kıyamet sonrası topraklarda develerini çaldıran Max’in (Mel Gibson) yolu ‘Takas Kasabası’na (Bartertown) düşer. Burası Aunty Entity yani ‘Yaratık Hala’nın (Tina Turner) yönetiminde kurulmuş bir ticaret kasabasıdır. Aynı zamanda da ne kadar kanun dışı -kanun kalmış mıdır ki?- ne kadar hırpani tip varsa onların bu çorak topraklarda, soluk aldığı, içki içtiği, gönül eğlendirdiği, mal sattığı bir bit pazarı -bizim bir zamanlar İstanbul, Topkapı, ‘sur dibi’ndeki yerleri, ya da uyduruk Amerikan kovboy kasabalarını düşünün- kısacası bir yol geçen hanı gibidir. Çalınan develerini aramak için buraya gelen Max’ın başı belaya girer. Haksızlığa uğrar ve hapse atılır. Kısa bir süre sonra Aunty Entity, Max’i yanına çağırır. Burada kör bir saksafoncunun çalmaya başladığı hüzünlü parça, dikkatli kulaklardan kaçmaz. Bu, ilk filmde Max’in karısının, saksafonla acemice çalmaya çalıştığı parçanın ta kendisidir- ve ondan bir suikast için yardımcı olmasını ister. Buna karşılık Max, develerine kavuşacak ve serbest kalacaktır. Kasabada yönetim iki başlıdır. Dış idare Aunty Entity’nın elinde, iç idare ise Master Blaster’ın -Patlatıcı Usta- elindedir. Master Blaster çok enteresan bir kişiliktir. Bir cücedir ve çok iri ve maske takan bir adamın, bir ‘dev’in omuzlarında görmektedir işini. Yani, yaşlı cüce adam (Angelo Rossito) ‘Master / Usta’, dev ise (Paul Larsson) ‘Blaster / Patlatıcı’dır. İşleri ise, kasabanın enerji ihtiyacını karşılamaktır. Bu enerji domuz boklarından sağlanmaktadır. Master Blaster, dış yönetimle aralarında problem yaşandığında, enerjiyi keserek ‘ambargo’ koyma gücüne sahiptir. Aunty Entity ise, bu güç dengesini lehine çevirmek için Master Blaster’ı yok etmek istemektedir. Max, zoraki olarak görevi kabul eder -ya da öyle görünür- ve ortama girebilmek için, ‘Ölüm Kafesi’nde Blaster’la dövüşmeyi kabul eder. Her şey serbesttir ve bu kafese ‘iki kişi girip, sadece bir kişi çıkana kadar’ sürecektir dövüş. Max, Blaster’ı yener ve maskesini çıkarır. Bir efsaneyi sona erdirmiş biri olarak kahraman olmuştur. Blaster’ın yüzündeki o doğuştan zeka özürlü çocuklara ait ifadeyi, tanıdık ifadeyi görünce onu öldürmekten vaz geçer. Blaster, ilk Çılgın Max filminde, karısı ve çocuğuyla sığındıkları yaşlı kadın May’ın çiftliğindeki zeka özürlü, iri adama benzemektedir (belkide odur)... Max, Aunty Entity’e karşı çıkar. Kadın, onu ve artık işe yaramayan Master’ı hapse attırır. Daha önce, çöldeki bir vahada karşılaştığı -Max’e yıllardır bekledikleri efsanevi biri gözüyle bakan- bir grup çocuk ve genç, onu hapisten kurtarır. Aunty Entity’nin vahşiler ordusunun elinden, kasabadaki lokomotifi çalarak kaçarlar. Entity’nın ordusu, Humungus’un ki gibi düzensiz ve dağınık değildir. Daha sistemli ve kontrollüdür. Daha tehlikeli ve büyük bir güçtür. Lokomotif bozulur. Max ve yanındakiler yolda, bir sığınakta, develerini çalan adam Jedediah (ikinci filmde Kaptan Gyro’yu oynayan Bruce Spence) ve oğluyla karşılaşır. Zorla onun uçağına binerler ve kaçmaya çalışırlar. Bu arada Aunty Entity, kalabalık motorlu araçlardan oluşan ordusuyla gelmektedir. Uçak havalanamaz, fazla yükleri boşaltırlar. Ama yine havalanamayınca, Max çaresiz aşağıya atlar ve uçak havalanır. Max peşlerindeki kamyonlardan birini ele geçirir ve tek başına Aunty Entity’nin ordusuna karşı savaşa başlar. Bir kamyona karşı onlarca kamyon... Büyük bir çarpışma olur. Araçlar perişan hale gelirler. Ortalığı kaplayan toz bulutu dağılınca, Aunty Entity, Max’in aracına doğru ilerler. Max, son anda kamyondan atlamış ve ölmemiştir ama karşı koyacak durumda da değildir. Aunty Entity hayranlıkla Max’e bakar ve güler. Sonra da çekip giderler. Max bir kez daha yalnız kalmıştır. Ama sonraları bir efsane olarak dilden dile dolaşacaktır. Çılgın Max, Savaşçı Max efsanesi... Gerçi bu filmde kötü karakter (Villain) Aunty Entity, bir zenci, ama sonunda Max’e, Beyaz-Anglo-Saxon-Protestan’a karşı galip geliyor. Aslında bu çorak topraklarda galip olmak, yenmek, yenilmek önemini yitiriyor. Canına sahip olabilmek en büyük galibiyet. Bunu da Max’e finalde bir zenci veriyor... Savaşlar kime ne kazandırmış ki, kapitalist silah tüccarlarından başka?...

Yıllardır, Mel Gibson’ın başrolünde oynayacağı bir ‘Çılgın Max’ TV dizisi, bir de dördüncü film yapılacağı söylentileri dolaşıp durdu ortalıkta. Ama uzun süredir bir şeyler çıkmadı. Mel Gibson yaşlandığı için herhalde. Ancak bir Çılgın Max’in Oğlu (Son of Mad Max) yapabilirler... Belki de yeni filmlerde, Max’in oğlunu Mehmet Ali Erbil oynar... Neden olmasın? Bu kapitalist dünyada her şey mümkün.

Şaka bir yana, yakın zamanlarda yeni bir devam filmi; Çılgın Max: Öfke Yolu'nun (Mad Max: Fury Road) çalışmalarına başlandığı yolundaki haberler kulaklarımızı tırmalamakta. Hayırlısı diyelim...

Bazı fotoğraflar http://www.post-apocalypse.co.uk/ sitesinden tanıtım amaçlı olarak temin edilmiştir.

TÜRK ÇILGIN MAX (MAD MAX)
ÇİZGİROMANI ve ÖRNEK SAYFALAR

1985 yılında, Alfa Yayınlarının piyasaya sürdüğü, küçük boy CONAN çizgi roman serisinin 40. sayısında, Türk Çizerleri Ömer Muz ve Melih Tarı'nın kurmuş olduğu çizgi ekibinin ürünü olan MAD MAX çizgi romanının ilk 8 sayfası ve birde sunum sayfası "teaser" olarak yayınlanmıştı. O dönem ben de bu çizgi roman serisini bir Çılgın Max sever olarak heyecanla beklemiştim. Ama nedense (belki de telif hakları yüzünden, emin değilim) seri bir türlü yayınlanamadı. Daha sonraki aylarda, ayni seri ekolin boyalarla renklenerek, TAN gazetesinde bir süre yayınlandı... Ne yazık ki zamanında kesip sakladığımı hatırladığım bu sayfaları bulamadım. Ama elimde CONAN'da yayınlanmış olan tanıtım bölümünün (2 sayfası hasarlı olarak da olsa) sayfaları mevcut. O dönemler moda olan Antiskop(*) teknolojisinin eseri olan bu yapıtı daha önce görmemiş olanlarla paylaşmak istedim...
(*) Antiskop, resimleri kopyalamaya yarayan bir tür yansıtıcı alet...







7 Eylül 2007 Cuma

*CIRIO H. SANTIAGO ya da MAD MAX İMİTASYONLARININ FİLİPİNLİ USTASI

Filipinli, Çılgın Max (Mad Max) kopyası filmler uzmanı, Cirio H. Santiago 'nun çektiği, neredeyse bir düzine kadar kıyamet sonrası, bilimkurgu-macera filminden biri de Son Yarış’tır (Equalizer 2000 / Defender 2000 diye de bilinir). 1986 yapımı bu filmde; Kıtalar birer çöle dönüşmüş, savaşların yıkımı derin bir şekilde insanların yüzlerine kazınmıştır. Peki savaş bitmiş midir? Tabii ki hayır. Geride kalanlar ellerinde bulunan petrol rezervleri için kanlı uğraşlara girişmişlerdir (bu tema sanki hiç yabancı gelmiyor). Petrolün bulunduğu bölgeler, kendi başlarına buyruk askeri birliklerin kontrolündedir. Bu birlikler petrol yüzünden birbirlerine düşman olmuşlar, durmadan savaşmaktadırlar. Evet, bu tarz her filmde olduğu gibi, bu filmde de terkedilmiş, itilmiş, kakılmış bir kahraman vardır. Max... pardon, Sleit (Richard Norton) adlı cesur bir subaydır bu kahraman. İri cüssesine uygun, -bir sürü boru takviyeli- devasa silahlar kullanan bir gelecek zaman Rambo’sudur sanki. Girdiği her savaştan zaferle çıkan Sleit’i, kendi birliğinde kıskanmayanlar da yoktur hani... Komutanı, yerini ona kaptıracağı endişesiyle, bir savaş sonrası onu vurdurtur. Sleit yaralanır ve düşmanın eline düşer. Bu durumu haber alan birlik başkanı, ona yapılan bu haksızlığa tepki gösterir ve onu komutandan geri ister. Acaba Sleit bu zor durumdan kurtulup intikamını alabilecek midir?..

Bilindiği gibi, ‘Tamamen Çöplük’ bilimkurgu-macera filmlerinin eli çabuk yönetmeni, Cirio H. Santiago, özellikle de üçüncü dünya ülkelerinde, sinema ve video piyasasına sürülen bir dizi; Strayker (Stryker), Kıyamet Arabaları (Wheels of Fire), Güneşin Savaşçıları (Raiders of the Sun), Kıyamet Kadınları (The Sisterhood), Son Yarış (Equalizer 2000) gibi, Çılgın Max 2: Yol Savaşçısı (Mad Max 2: The Road Warrior) tarzı filmleriyle tanınmaktadır. Çılgın Max 2: Yol Savaşçısı kreasyonunu sonuna kadar kullanan Santiago, Son Yarış’ta, olaylara biraz da Rambo sosu katarak, daha etkileyici bir film yapabileceğini düşünmüş anlaşılan. İmitasyon olmasının yanı sıra, filmin içinde barındırdığı bir çok dış çekim, Santiago’nun bizzat kendi yönetmiş olduğu, benzer türdeki başka filmlerden (Kıyamet Arabaları, Güneşin Savaşçıları) ödünç alınmış. Her şeye karşın, ‘Trash’ ve ’Z’ kategorisindeki filmleri severlere eğlenceli dakikalar vaadediyor. Ciddi şeylerden hoşlananlar ‘Santiago Sokağı’na uğramasınlar. Acı çekerler, bol bol küfür ederler... Son Yarış, yıllar önce Marmara Film ve Video tarafından, kiralık olarak piyasaya sunulmuştu.

Cirio H. Santiago, davadan vaz geçmeyerek, geri döner. Bu kez suç ortağı, David Carradine’dir. Carradine oynar ve Santiago çeker. Filmin adını da Kum Savaşçıları (Dune Warriors) koyarlar (1990). Ozon tabakası delinmiş, tehlikeli silahlarla yapılan savaşlar sonucu yeryüzü bir kez daha çorak arazilerle ve geniş çöllerle kaplanmıştır. Ortalık susuzluktan kırılmaktadır. Kara cübbeli, kılıçlı bir gezgin olan Michael (David Carradine), bu çorak topraklarda, William (Luke Askew) adlı birini aramaktadır. William, çevrede yaşamlarını sürdürmeye çalışan barışçıl halka korku salmakta olan bir despottur. Bir faşisttir. Gezgin Michael, çorak topraklarda köyleri, sahip oldukları temiz su kuyusu yüzünden, William’ın ordusu tarafından saldırıya uğramış, erkek kardeşi öldürülmüş, Val adında bir kızla (Jill An McWhirter) karşılaşır. Onu vahşi çöl cücelerinin elinden kurtarır. Kız aslında yardım bulmak için yola çıkmıştır. Michael, kıza, yakında kiralık savaşçıların bulunduğu bir kasaba olduğunu söyler ve onu oraya götürür. Kasabada bir gurup serseri, gezgin savaşçıyla anlaşırlar (merhaba Yedi Samuray!). Onlara yardım karşılığında istedikleri kadar temiz su alabileceklerini söylerler. Kiralık savaşçılar, ilk olarak köylülere dövüşmeyi öğretmekle işe başlarlar. William, ordusuyla gelene kadar mümkün olduğunca hazır olmalıdırlar. Köyde William yanlısı olan bir kaç kişi, olanlardan memnun değildir ve çok geçmeden William’a haber uçururlar. Kısa bir süre sonra ‘sudan bir sebepten’ savaş başlar vee...

Her zaman olduğu gibi Santiago’nun bu filmi, Kum Savaşçıları da (Dune Warriors), adından tasarımına ve de konusuna kadar, bir yığın filmden apartmalarla doludur. Adının bir bölümünü, David Lynch’in Frank Herbert uyarlaması Dune’dan, set tasarımını ve kostümlerini, Çılgın Max 2: Yol Savaşçısı’ndan, konusunu ise Akira Kurosawa’nın ünlü ve defalarca başka filmlere de uyarlanan Yedi Samuray’ından (Seven Samurai) almıştır. Yıllar önce Star TV’de gösterilen Kum Savaşçıları, benim gibi ‘çöp’ film koleksiyoncuları için bulunmaz bir parçadır... Ciddiyet arayanlar, ‘Cirio H. Santiago Sokağı'ndan uzak dursun demiştik daha önce... İngilizce bilen meraklısına, bu tarz filmleri seviyorlarsa http://www.post-apocalypse.co.uk/ 'i ziyaret etmelerini şiddetle öneririm...


2 Eylül 2007 Pazar

*70'li YILLARIN CANAVARLARI SALDIRIYOR!

70’li yıllarda, daha küçük bir çocukken, en çok sevdiğim iki şey; çizgi roman okumak ve sinemaya gitmekti. Çizgi romanların büyülü atmosferi her zaman çekmiştir beni. İşte ben ders kitabının içinde çizgi roman okuyan, sinema önlerinde değiş tokuş yapan bir kuşağın temsilcisiyim. Okulumu aksatacak düşüncesi ile, tatil dönemleri hariç çizgi roman okumama izin verilmezdi. Kaç kez okurken yakalandığımda annem tarafından yırtıldıklarını ya da sobaya atıldıklarını hatırlıyorum çizgi romanlarımın. Annem yırtar, ya da sobaya atar, babam ise daha insaflı davranır, erişemeyeceğim yükseklikte bir yerlere koyardı. İşte o çizgi romanların içinde “1001 Roman” adında, ince, 16 sayfalık fasiküllerden oluşa bir seri vardı ki aklımı başımdan alırdı. Tıpkı seriyal filmlerin mantığında, ikişer ya da üçer sayfalık devamlı öykülerden oluşan bir seçki sunardı bize; Sihirli Göz, Demir Pençe, Rory McDuff, Canavarlar Çarpışıyor, Dünya Tehlikede, Devlerin Tehdidi... 1001 Roman’ları hiç bayiden satın aldığımı hatırlamıyorum. 60’lı yıllarda yayınlandıkları için. Ancak eski sayılarını, sinema önlerinde açılan tezgahlardan topladığımı biliyorum... Sinema ise malum... 1001 Roman’ın (ve de Doğan Kardeş’in) etkileriyle olsa gerek, fantastik ve bilimkurgu filmleri ile serüven filmleri ilgimi çekerdi. O dönem için gözde filmlerimi getiren şirket; kesinlikle “Özen Film”di... Muhteşem filmler getirirdi benim için; Biyonik Adam Canavarlara Karşı (Super Infra-Man-1975), Tanrıların Dehşeti (The Land That Time Forgot-1975), Atlantis Kayıp Ülke (Warlords of Atlantis-1978), Yaratık (Alien-1979)... Elimde bu dönemden kalma ve üçünü “Özen Film”in getirdiğini hatırladığım dört film, biri “double feature” üç DVD var tanıtmak istediğim...

İlk DVD; 1975 yapımı Tanrıların Dehşeti (The Land That Time Forgot) ile 1977 yapımı, devam filmi, Tanrıların Dönüşü’nü (The People that Time Forgot) barındırıyor ve M.G.M’in “Midnite Movies” serisinden çıkmış. iki film de, ünlü fantastik kitaplar yazarı, Tarzan’ın da yaratıcısı Edgar Rice Burroughs’un (1875-1950) “Caspak” serisinin (1918), aynı adlı iki kitabından, yönetmen Kevin Connor tarafından filmleştirilmiş. Üstelik ilk filmin senaryo ekibinde ünlü bilimkurgu ve fantastik yazarı Michael Moorcock’un olması da cabası... Tanrıların Dehşeti; 1. Dünya Savaşı sırasında geçer. Bir Alman denizaltısı tarafından batırılan İngiliz gemisinden kurtulanlar, Bowen Tyler (Doug McClure) önderliğinde bir yolunu bulup, denizaltıyı ele geçirirler. Kurtulduklarını zannederlerken, bu kez de bir İngiliz savaş gemisi denizaltıya saldırır. Denizaltı dibe dalmak zorunda kalır ve yolunu kaybeder. Sualtında bir geçitten ilerleyerek, garip bir mekana gelirler. Burası binlerce yıl öncesinden değişmeden kalmış, Caprona adında bir yer, gizli bir ülkedir (King Kong filmlerindeki Kurukafa Adası gibi). Çok geçmeden dinazorlarla karşılaşırlar, ardından da savaşçı ilkel insanlarla. Gökyüzünde “Pterodactyl”lerin uçtuğu, ormanlarda ise “Allosaurs”ların kükrediği bu ülkede güvende değillerdir. Almanlar ile İngilizler bu tehlikeli bölgeden kurtulana dek ittifak yapmaya karar verirler. İlkel insanlar arasındaki savaşa girerler. Daha sonra keşfederler ki, ülkede zengin petrol yatakları vardır. Bu petrolü işleyip, denizaltı ile geri dönmeyi planlarlar. Bu arada Almanlar tekrar yönetimi ele geçirirler... Ada patlamaya başlarken, Almanların komutasındaki denizaltı Bowen Tyler ve Lisa’yı (Susan Penhaligon) geride bırakara yola çıkar. Tyler ve Lisa, kayaların üzerinden denize, şişe içinde bir mesaj fırlarırlar ve karlı dağlara doğru ilerlerler... Bu filmdeki denizaltı efektlerini Stingray kukla dizisinden ve de James Bond’lardan da tanıdığımız Derek Meddings yapmış...

İkinci film Tanrıların Dönüşü, ilk filmin kaldığı yerden başlar. Tyler’in mesajı bulunmuş, bir kurtarma ekibi hazırlanmıştır. Mesajda anlatılanlara göre bir harita çıkarılır. Ardından dev bir buzkıran gemisiyle yola çıkılır. Gemide yüksek dağları aşmak için, silahlarla donatılmış, pervaneli bir uçak da vardır. Ekibin bir kısmı bu uçakla dağları aşarak Caprona’ya gelir. Çok geçmeden gökyüzünde dev bir Pterodactyl’in saldırısına uğrarlar. Uçak yara alır ve gövde üzerine iniş yapar. Kazayı küçük sıyrıklarla atlatan ekip, Tyler’i bulmak üzere yola koyulurken sadece pilot uçağı onarmak için orada kalır. Canavarlarla dolu ormanlardan geçerler. İlkel (ama çok güzel) bir kadını, mağara adamlarının elinden kurtarırlar. Kadın Tyler’in bulunduğu yeri bildiğini anlatmaya çalışır. Tekrar yola koyulurlar.Çok geçmeden ilkel insanlardan biraz daha ileri döneme geçmiş barbar bir kavmin tutsağı olurlar. Tyler’da burada tutsaktır. Kaçmak için fırsat çıktığında harekete geçerler. Çıkan çatışma sırasında Tyler ölür. Maceralı bir yolculuktan sonra ilkel kızı alarak gemiye dönerler... Tanrıların Dönüşü, öykü kurgusu olarak bana Maymunlar Cehennemine Dönüş (Beneath the Planet of the Apes-1970) filmini hatırlattı. Oradaki karakterin adı Taylor (Charlton Heston) idi. Buradaki Tyler. Yine bir ekip zamanda atlama yaparak, mahsur kalmış olan Taylor’u kurtarmaya gidiyor, Taylor çıkan çatışmada ölüyor, ekip de ilkel kadını alıp gidiyordu...

Her iki filmi de barındıran çif taraflı diskte ekstra olarak yalnızca filmlerin fragmanları olmasına karşın, meraklısının gözü kapalı alması gerektiğine inandığım bir DVD bu...

1977 yapımı Dev Karıncalar İmparatorluğu da (Empire of the Ants) tıpkı yukarıdaki iki film gibi Özen Film’in getirdiği ve vizyona soktuğu H. G. Wells (1866-1946) uyarlaması kült bir film. Yönetmenliğini, düşük bütçeli “Dev Hayvanlı Filmler”in bir kaç ustasından biri olan Bert I. Gordon yapmış. Bert I. Gordon’u yine Özen Film’in getirdiği Dev Tohumu (The Food of the Gods) filminden biliyoruz. Aslında Dev Tohumu ve Dev Karıncalar İmparatorluğu, Wells’in “The Food of the Gods and How it Came to Earth” (1904) adlı romanı iki bölüme ayrılarak ve de moderleştirilerek çekilmiş filmler. Dev Karıncalar İmparatorluğu’nda; şehirden uzakta olan bir adada, yazlık site inşa eden bir şirketin adaya yaptığı tanıtım turu sırasında meydana gelen inanılmaz olaylar anlatılıyor. Şirketin temsilcisi olan Marilyn Fryser (Joan Collins), kaptan Don Stokely’in (Robert Lansing) teknesine bindirdiği konuklar ile adaya gelir. Çok geçmeden dev karıncaların ortaya çıkıp onlara saldırır. Tekne patlar. Bir panik başlar ve herkes ormanın derinliklerine doğru kaçar. Karıncalar konukları yavaş yavaş avlarlar. İçlerinde Marilyn Fraser ve kaptan Stokely’in de olduğu bir ekip, adanın derinliklerinde bir kasaba keşfederler. Bu kasabada, karşılaştıkları olaylardan daha garip olaylara tanık olacaklardır. Filmin jenerik bölümünde gördüğümüz üzere, bir tekneden denize atılan radyoaktif atık dolu variller karaya vurmuş ve karıcaların devleşmesine neden olumuşlardır. Anlayacağınız çevreci mesajları yoğun olan bir film Dev Karıncalar İmparatorluğu... DVD’de ekstra olarak hiç bir şey yok. Ama yine de meraklısınca arşive katılması gereken filmlerden... Çok sevdiğim bu filmin DVD’sini sevgili dostum Oky ile yaptığım bir takas sonucu arşivime katmıştım. Tıpkı eskiden sinema önlerinde yaptığımız çizgi roman takasları andıran cinsten...

1977 yapımı Hayvanların Günü (Day of the Animals) ise tipik bir “Hayvanların Dehşeti” filmi. Bildiğimiz üzere bu tarzın en önemli ve öncü filmi Hithcock’un Kuşlar’ıdır (The Birds-1963). Kuşlar’dan sonra özellikle de “B” filmi piyasası için benzer düzinelerce film yapılmıştır. Yönetmen, ormanlarda ve koruluklarda geçen, vahşi bir ayının dehşet saçması üzerine kurulu Grizzly (1976) adlı filmle tanınan William Girdler... Hayvanların Günü; daha başlangıç bölümünde ciddi ve çevreci mesajlarını izleyicinin gözüne sokuyor. Ozon tabakasının delinmesi, ultra violet ışınlarının dünyayı ve canlıları kötü yönde etkilemesi üzerine bir film bu. Hayvanlar çıldırıyor ve Amerikan kırsalında tatile gelmiş olan bir gurup doğa severe saldırıyorlar. Film; böyle giderse, ozon tabakasını delecek davranışlar sergilemeye devam edersek, olabileceklerden bir kısmı bunlardır üzerine iyice yoğunlaşıyor. Kadroda Leslie Nielsen ve “B” filmlerinin bildik oyuncularından Christopher George da var. Richard Jaeckel, Michael Ansara ve Lynda Day George da cabası... Müzikler, Lalo Schifrin’e ait... Bu türün içinde benim vazgeçilmez, küçük bütçeli “B” filmlerimden birisi Hayvanların Günü... DVD’de hiç bir ekstra bulunmamakta...

------------------
Tanrıların Dehşeti (The Land That Time Forgot) / 1975-İngiltere-A.B.D. / Yön: Kevin Connor / Oyn: Doug McClure, John McEnery, Susan Penhaligon
91 dk. / Dil: İngilizce (Mono) / Altyazı: İngilizce, Fransızca, İspanyolca / Ekran: 16x9 Geniş Ekran (1.85:1) /

Tanrıların Dönüşü (The People That Time Forgot) / 1977-İngiltere / Yön: Kevin Connor / Oyn: Patrick Wayne, Sarah Douglas, Doug McClure
91 dk. / Dil: İngilizce (Mono), Fransızca (Mono) / Altyazı: Fransızca, İspanyolca / Ekran: 16x9 Geniş Ekran (1.85:1) /

Dev Karıncalar İmparatorluğu (Empire of the Ants) / 1977-A.B.D. / Yön: Bert I. Gordon / Oyn: Joan Collins, Robert Lansing, John David Carson
89 dk. / Dil: İngilizce (Stereo) / Altyazı: Yok / Ekran: Geniş Ekran (1.85:1)

Hayvanların Günü (The Day of the Animals) / 1977-A.B.D. / Yön: William Girdler / Oyn: Christopher George, Leslie Nielsen, Lynda Day George
97 dk. / Dil: İngilizce (Mono) / Altyazı: Yok / Ekran: Tam Ekran


Not: Bu yazı, ilk olarak DVD+ dergisinin Ağustos 2007 sayısındaki "Tehlikeli Bölge" adlı köşemde yayınlanmıştır. Burada modifiye edilerek ikinci kez yayınlanmaktadır...
Metin Demirhan

*HERSCHELL GORDON LEWIS'in KANLI DÜNYASI

Çektiği filmlerin barındırdığı seks ve şiddet içeren elementlerden ve kullandığı kırmızı boyanın aşırılığından olmalıdır ki, ‘Gore’ filmlerinin (kanlı filmlerin) babası sayılan Herschell Gordon Lewis’in adındaki ‘Gordon’ kelimesi, daha sonraları GOREdon olarak değiştirilerek, söylenmeye başlanmıştır. Bilindiği gibi, ‘Gore’ sözcüğü İngilizcede, ‘pıhtılaşmış kan’ anlamına gelir. 60’lı yılların başlarında yönettiği, The Prime Time (1960) ve Nature’s Playmates (1962) gibi bir kaç ‘Sexploitation’, yani ticari seks filmi denemesinden sonra, 1963’te Kan Şöleni (Blood Feast) ile sinema tarihindeki ilk ‘Gore’ filme imzasını atan H. G. Lewis, bu türde yapmış olduğu, artık klasik sayılan, 2000 Manyak (2000 Maniacs!-1964) ve Beni Kan Kırmızıya Boya (Color Me Blood Red-1965) ile de Amerika’da sakıncalı yönetmenler sınıfına girmişti. O yıllarda filmleri bir çok yerde yasaklanmış ve kesilmişti. Öyle ki, sadece geceyarısı gösterilerinin yapıldığı salaş salonlara ve ‘Drive-In’ denilen, araba ile girilen, dağ başlarındaki yazlık sinemalara mahkum edilmişlerdi. Hatta ve hatta, sansürle ilgili problemler yüzünden, Amerika’nın bazı eyaletlerinde, mahkemelerin yönetmene, kendi filmlerini görmesini yasakladığı bile rivayet olunur...

İlk ‘Gore’ filmi kabul edilen Kan Şöleni’nde olaylar, Florida’da küçük bir sahil kasabasında geçer. Fuad Ramses (Mal Arnold) adlı bir Mısırlı yemek uzmanı dükkanında, müşterilerinin siparişleri üzerine çok özel yemekler hazırlamaktadır. Müşterilerinden biri, kızının doğum günü partisi için, ilginç ve değişik bir şeyler ister (kadının kızını, Playboy dergisi, Haziran 1963, orta sayfa güzeli Connie Mason oynamaktadır). Fuad Ramses kadına, güzel bir fikri olduğunu söyler. Kızının partisi için, Antik Mısır Tanrıçalarından ‘Isthar’ın sofrasının bir benzerini hazırlayacaktır. Kadın bu fikri çok beğenir ve siparişi verir. Ama tarih bilgisinin yeterli olmaması yüzünden, bir şeyi gözden kaçırmıştır. Isthar, aslında Antik Mısır’ın kana susamış, kötü Tanrıçalarından biridir ve Fuad Ramses’de onun sadık müritlerindendir. Bu yemeği hazırladığında, Isthar tekrar uyanacak ve dünyaya hükmedecektir. İşin kötüsü, bu yemek için gerekli malzemeler, hiçbir şarküteride bulunmamaktadır ve onları sağlamak da Fuad Ramses’e düşer. Filmin bundan sonrası, açıkça gösterilen çıplaklık, sadizm ve bol kanlı sahneler barındırmaktadır. Florida’nın bu şirin kasabasında, kiminin kolu, kiminin bacağı kopuk, ya da, kalp, beyin gibi organları çıkarılıp alınmış, genç kadın cesetleri bulunmaya başlanınca, polis olaya el koyar. Kasaba sakinleri dehşet içindedirler. Bütün bu olayların sorumlusunun Fuad Ramses olduğunu, izleyici en başından beri görmektedir. Film, katilin kim olduğuyla değil, cinayetlerin nasıl işlendiğiyle ilgilenen türdendir. O dönemde Amerikalıların alışık olmadığı bir türdür bu. Doğal olarak ta filmin yapımcısı David Friedman ve H. G. Lewis’in başları sansürle sürekli belaya girer. Lewis bu filmi, dokuz günde, 50.000 Amerikan Dolarlık bir bütçeyle çekmiştir...

Kan Şöleni’ndeki kadınlar, cezalandırılmaktadırlar. Bunun nedeni ise, sevimli ve seksi olmalarından kaynaklanmaktadır. Biri, plajda erkek arkadaşıyla sevişirken, biri ise, otel odasında duş alırken, kendi kıyametlerine ulaşırlar. Kötü kızlar!.. Onların ölümleriyle, püritanist ahlak anlayışının öngördüğü adalet anlayışı da, uygulanmış olur.” der araştırmacı, yazar David J. Hogan (1).

2000 Manyak’da ise Lewis, soğuk ve ciddi görünmeyi bir kenara bırakıp, absürd bir anlatımı tercih etmiştir. Daha bol kan ve daha ilginç (!) işkence şekilleri koyar filmine. Bu kez ‘terör’ sadece kadınları değil, erkekleri de kapsamaktadır. Öykü, yine şirin bir Amerikan kasabasında, ama bu kez Texas eyaletinde geçer. Kasaba halkı, her 100 yılda bir kutlanılan (!), geleneksel bir panayıra hazırlanmaktadır. Yolları kasabalarına düşen -ya da düşürülen- bir gurup kadınlı erkekli misafiri de, onur konukları olarak kutlamalara davet ederler. Bu kasabada, herşey onlara bedavadır... Bançolar eşliğinde çalınan yöresel müzik ve “yiiippppiiieee!..” nidaları eşliğindeki açılış töreniyle panayır başlar. Sınırsız içki ve yemek vardır. Kasaba halkı, konuklarına müthiş bir yakınlık gösterir. Hepsi son derece güler yüzlü, neşeli insanlardır. Sürekli espiri yapıp, fıkralar anlatırlar. Öyle ki, konuklarına işkence yapıp, onları kanlı tekniklerle katlederlerken bile, sürekli birbirleriyle şakalaşmaktadırlar. Sarhoş ettikleri misafirlerden birini, kasabanın yakınındaki tepeye çıkarıp, boş bir tahta fıçının içine sokarlar. Sonra da fıçıya iri çiviler çakıp, bayır aşağı yuvarlarlar. Zavallı adam, daha ne olduğunu bile anlamadan, kanlar içinde can verir. Bu olayı gerçekleştiren kasaba halkı, neşeli tavırlarını bırakıp, hüzünlü bir hale bürünür... Daha sonra, kasabanın genç delikanlılarından biri, konuk kadınlardan biriyle, kırlarda dolaşırlarken, aniden çakısını çıkarır ve kadının parmağını kesip, kopartır. Kadıncağız panik içinde çığlıklar atarken, onu kasabada bir eve götürür. Oradaki başka bir kasabalıyla birlikte, parmağına pansuman yapma bahanesiyle kadını masaya yatırırlar. Sonra da baltayla, kadının çığlıkları arasında, kahkahalar atarak, şakalar yaparak onun kolunu keserler... Başka bir erkek konuk, elleriden ve ayaklarından, kalın iplerle dört ata bağlanır. Her bir at, ayrı yönlere doğru hızla sürülünce, adam parçalara ayrılır... Kadınlardan biri, üzerinde çok iri bir kaya kütlesi bulunan, tahtadan bir düzeneğin altına bağlanır. Kasaba sakinleri sırayla, düzeneğin üzerinde bulunan hedef tahtasına, yerden topladıkları taşlarla atış yaparlar. Kahkahaların arasında, koca kaya kadının üzerine düşer... Birbirini izleyen kanlı işkence ve ölüm sahnelerinden sonra, kasabadan sadece bir kadın ve bir erkek kaçarak kurtulurlar (kadın, Kan Şöleni’nden tanıdığımız, Playboy güzeli Connie Mason’dur). Aslında kasaba, Kuzey-Güney Savaşı sırasında, kuzeyli askerlerce katledilen, güneylilere ait bir ‘Hayalet Kasaba’dır. Halkı, her 100 yılda bir uyanıp, kuzeylilerin torunlarından intikam almaktadır.

Yönetmen, bu filmi, Kan Şöleni’nden daha uzun bir sürede, 80.000 Amerikan Dolarlık bir bütçeyle kotarmıştır. 2000 Manyak’ı bugün bir ‘Gore’ film klasiği mertebesine ulaştıran şey ise, sadece içinde barındırdığı kan, şiddet ve şehvet tutkusu değildir. Benzer temayı, yani kuzeyli turistlerin, güneyli topraklarda gezerlerken katledilmeleri olayını işleyen; Teksas Zincirli Testere Katliamı (The Texas Chainsaw Massacre), Turist Tuzağı (Tourist Trap), Ölüm Moteli (Motel Hell) gibi filmlerin öncüsü olması da, onu bu mertebeye ulaştıran önemli bir etmendir.

2000 Manyak daha sonraki yıllarda, 2001 Manyak (2001 Maniacs) adıyla, daha gelişkin ve teknolojiye uygun efektlerle yeniden çekilir (2005).

Hershell Gordon Lewis, 1965 yapımı, Beni Kan Kırmızıya Boya’da, resim sanatı, ressam, ressamın tabloları ve kullandığı malzeme ekseninde dolaşır durur. Küçük bir kasabada -ya da küçük bir kentte- yaşayan ressamın, çarpık öyküsü anlatılır filmde. Galeri sahipleri ya da tablo koleksiyoncuları tarafından küçük görülen, hatta aşağılanan bir ressamın, yeni bir üslup yaratma ve kendini ispatlama uğruna, atölyesine getirdiği çıplak modellere işkence yapmasına, sonra da onları öldürüp, kanlarıyla resimlerini boyamasına tanık oluruz. Film bu bağlamda, Kan Şöleni’nin öyküsü ile bir hayli ortak özellikler taşır. Kan Şöleni’ndeki, Mısırlı etnik yemekler uzmanı Fuad Ramses de, kana susamış Tanrıça Isthar’ı yeniden yaşama döndürmek için, genç kızlara işkence yapıp, onların vücut parçalarından ve kanlarından yararlanmıyormuydu?..

(1) Dark Romance: Sex and Death in the Horror Film / David J. Hogan